" Kurtulmak mümkün olsa bırakıp kaçacağım "
Saturday, May 05, 2007
...priss...
Saat 01.03 – 3 Mayıs Şuan bana ait olmayan bir odadayım. İçinde tanıdığım, tanımadığım,yeni yeni tanışmakta olduğum bir sürü insan olan pembe bir oda. Kediler dolaşıyor etrafta. Aralarında gözüme baktığında çektiğim acıyı, şuan tam olarak hatırlayamıyorum o hissi ama içimde varolduklarında, o mutluluk ve huzuru anlayabilecek 2-3 insan var ama onlar da hayalet misali, orada olduklarını biliyorsunuz ama size asla dokunmuyorlar, yaklaşmıyorlar… Hiçbir emare görmeden, sadece hissediyorsunuz ve varlar diyebiliyorsunuz. Ama o tanımadıklarım en yakınımdalar… Her tarafımdalar… Onlar için nefes alıp verdiğimi, güldüğümü, onlara konuşup, onları dinlediğimi, yaşamı onlarla o odada paylaşmaya, anlamaya, sindirmeye ve elde ettiklerimle tatmin olmaya çalıştığımı hissediyorum..
Onlara haksızlık ediyor olabileceğimden korkuyorum. Ama onları tanımıyorum ki… Kimisi, kartonlara bir şeyler yazmış, odanın öteki ucundan havaya kaldırmış orada yazanları anlayıp yanına gelebilecek birilerini arıyor, kimisi yüzüne şık bir maske geçirmiş, ardından süzüyor etrafı. kendi parçası olan, yalnız kaldığında varlığını kaplayan, can sıkıcı, kafa karıştırıcı, küçük düşürücü, ayaklarına dolanıp onu alaşağı edebilecek tabu ve ön yargıları diriltebilecek her türlü detayı o maskenin acımasız milimetrik deliklerinden süzüp salıyor dışarıya, kimi zaman rol yapmaktan hoşnut, kimi zaman kahrediyor kendi olamayışına.
Hepimizin, engelleyemediği bir biçimde, şahsi alanları var, odanın en popülerleri, en o kutucuktaki yaşamla barışık gibi görünenleri bile ara sıra “arkadaşlar ben bi sigara içip gelicem” diyip o alanlarına saklanıyorlar. Görüntüler, insanlar, ağızlarından çıkanlar, planlar, o planların başkalarınınkilerle kesişip yok olabileceği olasılıklar, o olasılıkları yok edecek olasılıklar, çaresiz hissedilen anlar, vicdan azapları, acizlikler, zaaflar, korkular… Maske sanatından anlayanlar için işçiliği zayıf maskelerdir bunlar çoğu kez. Yaratırken ne istediğini çok iyi bilen, o kimliğin mimik ve sözlerini en iyi taşıyabilecek şekilde ustaca ama incelikten yoksun çalışmış parmaklardan çıkmış ve sunulmuştur insanların önüne. Onlar, kişisel alan molalarını bile, planları dahilindeki onlarca insanın akıllarındaki izdüşümüyle, hayaletleriyle geçirmek zorundadırlar.
Saat 02.27 – 5 Mayıs Az önce yine o odaya girdim. Bir süredir garip bir şekilde bu odayla aramda aşkla nefret arası bir ilişki oluştuğunu fark ettim. Sonuçta kimsenin zoruyla orada bulunmuyorum ve hatta herşeyi başlatan, bu odayı yoktan var eden de bizzat şahsımdır. Gri, tuğla bir duvara Ofelia (Pan's Labyrinth) misali elime bir tebeşir alıp titrek bir kapı çizdim ve araladım. İçeriyi kendi zevkime göre balonlarla, müzik kutularıyla, tablolarla süsledim, açık büfede her daim çilekli milkshake bulundurdum, macchiato larıma ekstra karameller koydum, biraların üzerlerini pofuduk köpüklerle doldurdum. Aralıksız alıp verdiğim, fark edemediğim nefeslerimin sorgusunu, en yüz kızartıcı, o zamanın içinden çıkılmazlığına özgü, mantıktan, gerçeklikten en bi uzak hislerimi, düşüncelerimi bu pembe odaya sakladım. Kimseler fark edemedi tuğlaların ardındaki mabedimi.
Saat 11.03 – 5 MayısDerken Tanrı’yı insanları yaratmaya iten dürtü
** her ne ise aşağı yukarı ona benzer bir istek ve ihtiyaçla içerde olduğum vakitlerde haklarında düşündüğüm, kıyıya köşeye yazılar çiziktirdiğim, önemsediğim birkaç insan için kapıyı aralık bıraktım. Odanın dışındaki bende bulduklarıyla yetinemeyenler sık sık içeri girip duvarlarda yazanları okumaya, neyle karşı karşıya olduklarını çözümlemeye çalıştılar. Dilediğimce küfredip dilediğimce ağlayabileceğim, gülebileceğim, kendi kendimi eğlendirebileceğim ufacık pembe bir odayı artık 2-3 kişi paylaşıyorduk, her birine sihirli tebeşirlerimden dağıtmıştım bir kere, sıkıldıkça sağda solda kapılar çizip giriyorlardı içeri. Bedenen olmasa da yazdıklarımla, bıraktığım notlarla hep ordaydım ne de olsa…
____________________________________________________
** Bize söylenen kadarıyla varlığının bilinmesini, tanınmasını, yaratabildiklerinin / yaratabileceklerinin, sonsuz kudretinin ve eş koşulamazlığının görülüp takdir edilmesi ve hatta bu sebeplerden ötürü de kendisine tapılmasını istemesidir. Kutsal kaynaklara döndüğümüzde :
İncil:
• “Allah sevgidir. Kendisi tümüyle sevgi olduğu için bizi yarattı ve sevgisini bizlerle paylaşmak istedi”
Engellenemez serbest çağrışım :
Tim Booth - Dance With The Bad Angels : “ God is love, God is love , And her lover I'll be, long to lead the world in ecstacy…”
Kur’an : • “Ben insanları ve cinleri, ancak bana tapınsınlar diye yarattım.”
( Zariyat suresi 56.ayet )
• "Biz insanları hangisi daha hayırlı işler yapacak diye yarattık."
• “Ben gizli bir hazineydim, bilinmek istedim” ( bu da bir hadis imiş )
• O, ( Tanrı ) hanginizin daha güzel davranacağı hususunda sizi imtihan etmek için gökleri ve yeri altı günde yarattı; ars’ı su üstünde idi. ( Hud Suresi,7.ayet )
Daha eğlenceli ve kafa yormayan bir bakış açısı için ise parodi dinlerden (
Pastafarianism ) e başvurduğumuzda
Uçan Spagetti Canavarı ’ nın ilk yaşamı yaratırken alkollü, dikkatsiz vb. durumda olduğu
Söylenmektedir.
_________________________________________________
Saat 17.38 – 5 MayısGünler, geceler geçti üzerimizden, bizi birbirimize bağlayan düğümlerimizi çözüp her birimizi ayrı bir dere yatağına fırlattı hayat. Hacıyatmaz misali bir sağa bir sola savruldum, fazlası az biraz da dolandım semalarda fakat olduğum yerde kalmaya devam ettim nihayetinde. Onlar başka başka odalarda başka duvar yazılarına konu olmak üzere yol almaya devam ettiler.
Ben ise darmadağın olan odamı yeni baştan dekore ettim, popülist öğeler kattım içerisine, istedim ki herkes gelsin görsün, tebeşirimin bir sihiri kalmasın, kapım açıp kapanmaktan yalama olsun, yarattıklarım, sahip olduklarım o kadar saydam olsun ki en embesilinden en cevherine tüm düşünebilen yaşam formları ilk bakışta sindirsin, çözsün dolaştığı dünyayı. Ekleyip çıkardığım, değiştirdiğim her şeyi izlesinler ve hatta gözlerinde büyütsünler o basitliği,sıradanlığı. Yalnız bir tek sevdiğim, çok isteyip de bir türlü sevemediğim, günlük hayatta yan yana olmak, görüşmek, konuşmak, selamlaşmak, hal hatır sormak, beraber bişeyler yiyip içmek, eğlenmek, yardım almak, anlamayacağını bilsem dahi içimdekileri paylaşmak zorunda kaldığım/ hissettiğim insanları, arkadaşlarımı, hayır deme mekanizmamın her zamanki aksaklıklarıyla arkadaşlıktan sevgililiğe dönüşen, şuan ise herhangi bir şekilde tanımlanamayacak hale gelmiş ilişkilerimdeki rol arkadaşlarımı, dostlarımı … kısacası tanıdığım, bildiğim insanları istemedim orada. Köklerim, İstanbul toprağına bu denli sağlam bağlanmışken (ki artık bu durumun kim tarafından ve neden yaratıldığını düşünmekten yorgun düşmüşümdür ) sürekli muzdarip olduğum şiddetli yer / mekan / ortam / konum değiştirme ihtiyacımı MŞA ( Mevcut Şartlar Altında ) ‘ da karşılayamayacağıma göre bunu , ismini cismini bilmediğim ve çoğunlukla öğrenmek için de hiçbir istek duymadığım yabancılarla kendi yarattığım bir dünyada, risklerden, olası kaygılardan uzak, üzerime bir türlü oturmayan (bknz: pot durmak ) sorumluluk, bağlılık duygularının yükünden muaf bu artık buram buram zorlama bir samimiyet solunan odada karşılamaya çalıştım. Oysa ilk zamanlar dışardan içeriye girdiğimde gerçekten nefes almaya başladığımı hissederdim, hatta odadan çekip çıkardığım, asıl hayatımın bir parçası yaptığım insanlar da oldu ama duvara yazıldığı sürece okunacağını bildikten sonra türlü türlü kaygılarla kıpırdayamayan parmaklarımdan dökülmeyince kelimeler, içeri doluşan insanların gürültüsünden o odaya özgü düşünme vasfımı yerine getiremeyecek hale gelince ve bir süre sonra tanıdıklarım odayı birbir terk edip sade merhabalık insanların ortasında bir başıma kalınca, mahremlerimi alıp kendi odam içinde, küçükken yastıklardan yaptığımız mini evler gibi dokunsan yıkılacak ufacıcık bir alan yarattım. Şimdi oradan yazmaya çalışıyorum bunları ama kulağımda içerideki dışarıdan gelen uğultular, sol bacağımdan tutup alanımdan dışarı çıkarmaya çalışan eller…
Acımı bile yaşayamadım. Boğazım paralanıncaya kadar “Burcuuu” diye bağırmak istedim odamda, ama “
şimdi ne yeri ne zamanı” dedi birileri. “
keyfimizi kaçırmana izin veremeyiz, burası senin düşündüğün gibi çalışmıyor artık” …
“
Ne zamandır, kimin kararıyla,
ben nerdeydim o zamanlar, ben neyim ki,
kuzum siz de kimsiniz, ne ara geldiniz… vs ”
.
.
.Anlamsız, sonuçsuz diyaloglar geçti aramızda ve önce alanımdan çıktım, sonra odadan. Dışarıda, kapıda beni bekleyen dostlarımı gördüm. Girerken açık bıraktıkları kolları hala havadaydı. Hiçbir şey yaşanmamış gibi sarıldılar bana. Bir süre bakamayacağım gözlerine, hata yapmaya dışarıda da devam edeceğim belki de, kimi zaman şimdi olduğu gibi yeniden odama gireceğim, kocaman bir “merhaba” salıp bir iki tek atıp ve hatta derme çatma alanıma da uğrayıp yeniden çıkacağım dışarıya. Belki de yeni bir oda açarım şu an bilemiyorum. Yanında olmam gereken insanların yanında olacağım, sorumluluk denen kabusumla yüzleşeceğim bir döneme giriyorum. Bu kez etrafımda her kıvrımını ezberlediğim, içimi ısıtan yüzler var. Her şeyin bittiği yerde yine yanımda olan insanlar… ve benim yanında olacağım insanlar…
Ölüme karşı bu kadar hazırlıksız, çaresiz olmamız ne acı… Söyleyecek hiç birşey bulamamak, sadece yanında oturmak ve sarılabilmek, elini tutabilmek… yüzüne kaçamak bakışlar atmak zorunda hissetmek, hele ki yanıbaşındayken onu uzaktan izlemek zorunda kalmak, hisleriyle aranızdaki kalın duvarlara takılmak…
Başı sonu garip bir yazı oldu bu… belki eve dönünce bir daha okurum. Aslında yazarken kendim bile sıkıldım ara ara… Okumam heralde.. Bilmiyorum, üzerimde zaman baskısı var, her zamanki gibi dar vakitlere sığdırdım blog yazılarını…
Sevgiyle ve Sağlıcakla kal sevgili okur… Daha keyifli zamanlarda görüşmek üzere...
Labels: yazım yanlışları sonradan kontrol edilesi post